11 Mayıs 2015 Pazartesi

İtalyan Aygırı Derken?


Şu Amerikalılar’ın çok sevdiğim bir özellikleri var. Artık okulda mı öğretiyolar, evde anaları babaları mı yetiştiriyor, nasıl oluyor bilmiyorum ama sahip oldukları yeteneğin çok çabuk farkına varıyolar. Ellerindeki eserin/ürünün kalitesini çok doğru değerlendiriyolar. Bu sadece sanat sepet mevzularında değil her konuda böyle. Vakit kaybetmiyolar ve yeteneği harcamıyolar, anında gelsin başarı öyküleri, anında gelsin para.  Biz sanat sepetten dalıp olaya girmeye çalışalım.

Hikayemiz: Rocky Balboa mı Sylvester Stallone’dan çıkar Sylvester Stallone mu Rocky Balboa’dan?
İtalyan Aygırı Sylvester, yalan yok gerçekten İtalyan göçmeni bir babanın oğludur. Annesi yarı Fransız, yarı Alman’dır. Adamın kütük II. Dünya Savaşı haritası gibi. Her başarı öyküsünün ilk şartı olan fakirlik tabii ki bu öyküde de mevcut. Oyuncu olmak isteyen, yanında senaryo yazarlığını da hayal eden Sylvester uzun süre adam gibi bir iş bulamaz. Küçük çaplı bazı filmlerde figüranlık yaparak ve porno filmlerde oynayarak geçinmeye çalışır. Bu arada ailesinden ufak çaplı da olsa maddi manevi destek alır. Alır tabi adamın dede İtalyan, porno dahi olsa çocuk işini yapıyor diyor, normal buluyor. Benim dede Malatyalı, duysa beni hamam takunyasıyla son nefesimi verene kadar döver. Neyse günlerden bir gün evde aç, susuz, besleyemediği için satmayı düşündüğü köpeğiyle TV izlerken Muhammed Ali-Chuck Wepner maçına denk gelir. Ordan pat ilham gelir ve 3 (üç) günde Rocky’nin senaryosunu yazar. 

                 
                                     

Hikayemiz tam da burada başlıyor. Daha doğru düzgün bir aktör bile değilken bizim Sylvester aynı zamanda bir senarist olarak da anılmak istediğini söylüyor ve hiçbir arkadaşı kendisiyle dalga geçmiyor. İşte bu niyetlerle çoşan abimiz kolunun altında yeni bitirdiği senaryo, kapı kapı yapımcı geziyor fakat tüm kapılar yüzüne kapanıyor. Uzatmayayım en sonunda birilerini ikna ediyor. Sıkı pazarlık, yok sen oynayamazsın, yok illa ben oynicam, o zaman filmi çekeriz ama sana para vermeyiz, tamam olur diyerekten sonuçlanıyor. Yani bizim aygır bu senaryoda oynarsa aktör olarak da patlayacağını çok iyi biliyor. Çünkü hepinizin malumu abi büyük bir yetenek değil, patlaması için böyle büyük bir filme ihtiyacı var. Şimdi yukarıdaki naçizane tespitimize gelelim. Adamın elindeki senaryo çok iyi, adam bunun fazlasıyla farkında. 1975 senesinde filmi yazıyor. Yapımcı kovala, bul, masa başı çalışma, ön hazırlık, çekim, çekim sonrası işler derken film 1976 senesinde gösterime giriyor. Yani arkadaş bütün bu mitolojik macera topu topu bir sene sürüyor. Biyografisinde çok sıkıntı çekti diye girmişler buraları. Lan çekse nolur, hepsi hepsi bir sene. Şimdi aynı maçı ben izlesem, etkilenip aynı filmi yazmak istesem, eşe dosta “abi şöyle bi film yazim diyorum ya” diye diye iki sene geçer, iki senede yazsam, iki senede çekmeye çalışsam etti sana 6 yıl, hadi bakalım. Ben de senarist olarak anılmak istiyorum, üstelik hiç aktörlükte gözüm yok, bi temiz 12 senedir. İşte elin oğlu kumarı öyle bir oynuyor ki filmi bir koyuyor hop 10 dalda Oscar adayı, tak en iyi film dahil 3 adet Oscar, oldu ya.

Film güzel Allah için, seviyoruz. Bütün iyi filmlerde olduğu gibi müzikleri de güzel. Proje tasarımı olarak o kadar başarılı ki altılamaya dönüştü. 2002 senesinde soruyolar bizimkine yeni Rocky filmi olacak mı diye? Bunun için çok yaşlıyım diyor ve 2006’da “Rocky Balboa”’yı çekiyor, buyur. Zaten yeni filmleriyle gişede battıkça, parası bittikçe devam filmleri çekmekle meşhur bizim İtalyan aygırı. Jet Fadıl gibi.

Benim Rocky efsanesiyle adam gibi tanışmam çoğu yaşıtım gibi Star 1’de gösterilen “Rocky 4” sayesinde oldu. Serinin ilk üç filmiyle, bu arada iki adet de Rambo filmiyle Amerikan rüyalarına hizmet ederek Reagan’ın kankası olan Sylvester, yeni filmde tabii ki bu hizmetine devam edecekti. Azılı düşman komünist Sovyetler’e döve döve ders vermesi gerekiyordu. Filmin konusuna girmicem hepimiz biliyoruz. Ama izledikten sonraki gün okula gittiğimde bugün gibi hatırladığım bir şey fark etmiştim; hepimiz Ivan Drago’yduk. Hiçbirimiz Balboa değildik . Çünkü afedersiniz ama hepimiz biliyorduk ki Drago, Balboa’yı döver sonra da çiğ çiğ yer. Adam beton gibiydi yau Balboa kim.

O zamanlar Rus salatasının Amerikan salatası olarak anılmaya başladığı dönemlerdi, maalesef Drago hayranlığımızı dile getiremedik, gizli gizli sevdik. Ama Rocky’ydi bu, zenciyi dövdüğü gibi gomonist köpeği de dövmesini bilirdi. Aslan Rocky, ay pardon aygır Rocky. Nasıl dövmesin, aynı sene Rambo olarak ikinci kez Vietnam’a gidip Charlie tokatlamıştı. Bakın bu sayede adam hala iş tutuyor. Nicholas Cage bitti, Bruce Willis bitti, John Travolta aynen volta ama Stallone bitmedi çünkü memleketine ve daha önemlisi popüler kültüre hepsinin toplamından fazla hizmeti var. Filmin meşhur sahnelerinden birinin çekildiği merdivenlerde adamın heykeli var mesela. Bu arada Travolta demişken, Sylvester, “Saturday Night Fever” gibi güzelim bir filmin devamı olan “Staying Alive” adlı berbat filmin ortak yazarı ve yönetmenidir, izlemeyin sakın.


Stallone’nin sinema ve popüler kültüre hizmeti bunlarla bitmiyor elbette. Mesela “Die Hard”’dan gelen teklifi kabul etmemiş, helal, aferin. Mesela “Coming Home” filminde oynamayı istememiş, yerine oynayan Jon Voight, Oscar almıştır. Adam vizyon sahibi bak oynayıp mındar etmemiş filmi. Yahu o da bişey mi, “Superman”’de oynamayı reddetmiş, düşünün o kadar iyi bir adam. Dur dur reddettiği filmler arasında daha neler var: “Pretty Woman”, “Basic Instinct”, “Pulp Fiction”… hepsi ne kadar da doğru kararlar, Sylvester sayesinde hepsi iyi film. Teşekkürler koca yürekli aygır.

İşte ringe Amerikan bayraklı şortla çıkan İtalyan. Seni çenendeki felçle, steroidlerinle, komik olmayan komedi filmlerinle seviyoruz.


Bonus 1: Genç Sly, Woody Allen’ın “Bananas” filminde figürankene:

Bonus 2: Sylvester Stallone, aynı filmle en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu dallarında Oscar adayı olan üçüncü kişi. Diğer ikisi; C.Chaplin ve Orson Welles... Ne diyim ki şimdi tövbe estafullah.

Bonus 3: (Big Gang Leader Gökay Süngü’ye teşekkürlerimle)



8 Mayıs 2015 Cuma

Allen Stewart Konigsberg



Şimdi bilenleri bir kenara koyuyoruz ve bilmeyenlere bu ismin Woody Allen denen arkadaşın Brooklyn nüfus müdürlüğüne kayıtlı orijinal ismi olduğunu söyleyerek konuya giriyoruz.


İddiaya göre Allen Stewart 16 yaşında kendine Woody Allen ismini almış. Kimse de dememiş “reşit değilsin olm sen kendi başına kime sordun dingil.” Mesela ben, hele o yaşta, adımı bilmem ne yapıcam desem babam, dedem, amcalarım falan hepsi beni döver. O yüzden ilerde çok ünlü bir yönetmen olursam afili bir adım maalesef olamayacak. Neyse bizim Woody adını iyi ki Woody yapmıştır, yoksa düşünsenize ortamlarda cümle içinde kullanılması çok sevilen bir yönetmenden konu açarak, onun ismiyle filmlerinden örnekler vererek nasıl manitacılık yapacaktı bu insanlar. “Ya şeyi dicektim, Allen Stewart Konigsberg’in yeni filmi çok acayip ya çok iyi.. :( 


Filmlerini izlemek havalı olduğu için sevilen bazı yönetmenler vardır (bunların çoğu Amerikandır). Mesela Tim Burton, mesela Kusturica, Tony Gatlif, Fatih Akın falan… Bilen bilmeyen, anlayan anlamayan türlü manalar çıkararak, adamların hayatlarından anekdotları birbirine karıştırarak, hatta bazen g.tlerinden atarak sinema san’atından konuşmak için bu abilerin bütün filmlerini, cd, dvd, divx, hemen izle, hd izle süper kalite gibi kaynaklardan tüketirler. İşte bizim ihtiyar Woody bu muhabbetlere meze olan tip filmciler içinde een birincidir. (Bu arada çoğu Amerikan dedik bir tane örnek verebilmişiz yuh bize.) Ve Woody arkadaş sürekli bu kitleyi sıcak tutmayı kendine iman etmiş gibi 50 yıldır her sene bir film çekmiş, kuşaklar devirmiştir.

1935 senesinin, kendisini yay burcu yapacak olan 1 Aralık’ında, soğuk bir New York gecesine orta sınıf bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğar bizimki. 15 yaşında gazetelerde, dergilerde skeçler yazar, yani benim sigara içtiğim için annemden 8 dakika dayak yediğim ve kulağımı deldirdiğim için kendimi Kurt Cobain sandığım yaşta. Sonra tolkşov skeçlerine geçiş yapar ama paşam, espirilerinin mındar edildiğini düşündüğü için bırakır. Kendi espirilerini kendi satsın diye bunu gaza getirirler ve Woody stendapçı olur. Çok başarılı olduğu için senaryo yazarlığına transfer edilir. Yazdığı ilk film üzerinde yapımcılar değişiklikler yapınca ulan bi daha da her şeyini kendim yapmayacaksam hiç yapmam arkadaş, bundan böyle el aleme eser yok diye resti çeker Hollywood ormanına. Kimse bu daha adı sanı duyulmamış tipsiz, tüysüz, dört göz cüceye bir şey demez, burada olsa karşılığı yine dayak. Adının yönetmen olarak geçtiği ilk film “What’s Up, Tiger Lily?”’dir. Neyse efendim uzatmayayım işte baba buralardan alır yürür. Şimdilik 16 tanesi orijinal senaryo kategorisi olmak üzere (rekor) toplam 24 kez (bu da rekor) Oscar’a aday olmuş, bunlardan 4’ünü  eve götürmüştür. Daha doğrusu eve götürmemiş birileri bi zahmet bu ödülleri onun evine getirmiştir. Çünkü Woody reyiz prensip olarak Oscar gecelerine asla katılmaz. Kariyeri boyunca bir kez istisna yapmış; 2002 yılı ödül törenine, önceki yıl gerçekleşen 11 Eylül saldırısıyla alakalı memleketi New York’a saygı duruşunda bulunmak için katılmıştır. Adam duygusaldır ve Amerika kapitalisttir. Mesela bizim Woody’i, meşhur Empire dergisi film tarihinin en seksi 100 yıldızından biri seçmiştir. Bak şimdi, lan dalga mı geçiyosunuz adamla?
Şimdi gece gece ben bu adamı niye dert ettim, neden ilk yazı olarak Woody başkanı seçtim onu söyleyeyim. Üstüne üstlük büyük bir hayranı da değilim! Yok, manita yapmak için değil ama sevgilim ve Woody Allen ile ilgili bir anım da yok değil. Adamın sinemasını çok sevmesem de çok önemli ve değerli buluyorum. Bi kere çok ama çok çalışkan. Adam, benim filmlerini izleme hızımdan daha hızlı film çekiyor. Şöyle ki: Bir film müptezeli, sinema fetişi olarak üşenmedim, oturdum büyük baba yönetmenlerin filmlerinin kronolojik listesini yaptım. Bunu yapmadaki hedefim hepsini bir arada görmek, izledikçe listeden silerek sonunda o yönetmenin çektiği tüm filmleri izlemiş olmak. İşte bu isimlerden biri Woody Allen. Şu ana kadar 43 sinema filmi gösterime girmiş. Ben bunların 40’ını izlemişim(çok emeğim var çok). Kalmış 3. Ben o kalan 3’ü sıfırlamaya uğraşırken adam bi film daha çekiyor liste oluyor 4, bulup buluşturup bi tane daha izliyorum adam bi tane daha çekiyor. Arkadaş benim liste bir kaç yıldır 3. Bazı filmlerini bulamıyorum, kopyalarını beğenmiyorum vs. belki de bulmak istemiyorum bitmesin diye kim bilir. İşte bu üretkenlik ve çalışma azmine hayranlığımdan başladım bu yazıya. Büyük hayranı ol(a)mayışımın sebebi yönetmenlikten çok yazarlığa önem veriyor olması. Oysa ben sinemanın yönetmenlik olduğuna çok katı inananlardanım. Bana 40 tane filmini izletebilmesinin sebebini ise yeni yeni yorumlayabiliyorum. En üst sıralara koyduğum büyük yönetmenler Woody’nin de listesinin tepesinde (Hitchcock, Antonioni, Bergman vb.) ve hemen hemen bütün filmlerinde bu babaların etkileri tek tek - bazı filmlerinde hep beraber – görülmekte/duyulmakta/hissedilmekte. Gizli gizli, alttan alttan büyük yönetmenlerin büyük filmlerindeki hisleri kendi filmlerinde sürdüğü için beni tavladı. Açık açık Bergman’a öykündüğü (ki kendisi de saklamaz bunu) “Interiors” ve Hitchcock badanalı “Shadows and Fog” filmleri en bariz iki örnektir. Amaa gel gelelim Woody aynı zamanda, belki de hepsinden çok bir Godard hayranıdır ve maalesef bu şımarık Fransız’ın da etkisi filmlerinde çokça görülmekte/duyulmakta/hissedilmektedir. Ve ben şımarık Fransızlar’ı hiç sevmem. Nerdeyse bütün filmlerini izlediğim, kitaplarını okuduğum, hakkında daha burada hiç değinmediğim birçok şey bildiğim adama yüksek hayranlık beslememi engelleyen ahan bu Fransız sabotördür.  Tutuklayın.
1966’dan beri her sene, bazıları “Match Point” gibi, “Annie Hall” gibi başyapıt olan filmler yazıp yöneten, kitaplar yazan, caz konserleriyle turnelerde sahneye çıkan, başkalarının filmlerinde oynayan ve eserlerinin içeriğindeki engin entelektüel birikime sahip olmasından belli ki çok okuyan, bu arada hiçbir NY Knicks maçını kaçırmayan 1,65’lik, 80 yaşında, 3 çocuk babası bu adam bütün bunlara nasıl vakit bulabiliyor? Söyleyeyim; hiç durmadan çalışarak. İşte bütün mesele bu.



Bonus 1 (+18-Genel ahlak yapısına aykırıdır ve şiddet içerir): Mia Farrow’un eski kocası Frank Sinatra, Woody'le Farrow'un evlatlık kızının ilişkisini öğrendiğinde Woody'nin bacaklarını kırdırtmayı teklif etmiş.

Bonus 2 (Manitalı ve hüzünlü anı): O seneki (2008) FilmEkimi’nin açılış gala filmiydi “Vicky Cristina Barcelona” Okuduklarımdan filmi merak etmiş, heyecanlanmıştım. Dedim şimdi buna bilet kalmaz, çıktığı gibi yapıştırmak lazım. Aldım manitayı biletlerin satışa çıktığı ilk gün, o zamanlar oturduğum evimin dibindeki ruhu güzel Emek Sineması’na yettim. Dedim ver iki bilet, dedi kalmadı, dedim napıcaz manita üzülüyor, dedi gösterim günü 1 saat önceden gelin, kapıdan satanlar oluyor onlardan bulursunuz… Dedim kolay gelsin. Çıktık gittik. Neyse gösterim günü geldik kapıya, filme 1 saat 10 dakka var. Sor soruştur satan yok, aksine bizim gibi almak isteyen insan sayısı satılan bilet kadar. Umutsuzluğa kapılmayı çok severim, hemen kapıldım, tuttum sevgilimin elini. Hayatımda hiç sinemada Woody Allen izlememişim. Ayıptır söylemesi kara borsa bilete ayırdığım bütçenin tamamına sevgilime şekil yemek ısmarlayayım diye aldım İstiklal’de bi yere götürdüm. Siparişi verdik, beklerken hayatımda ilk defa rafta duran dergilerden birini alayım azcık karıştırayım dedim. Dergiyi alıp masama geçerken pat pat içinden bir şeyler döküldü. Eğildim aldım ki arkadaş bizim filme iki bilet. O yemeği nasıl yedik bilmiyorum. Koştuk gösterime 10 dakika kala filme girdik. Biz şaşkınlık ve sevinçten eyleşirken, yaşlı bi çift yanaştı ve “orası bizim yerimiz yalnız” dedi bey olan. Ben tabi elimde biletler, özgüven tavan, “burası bizim yerimiz.” diye artisliğimi yaptım ama yemedi. “Bileti kapıdan mı aldınız?” dedi hanım olan. “Çünkü biz biletlerimizi kaybettik ama neyse ki Lale kartımız vardı da kayıtlardan aynen geri aldık” deyince bize de paçayı kurtarma ipucunu verdi. Ben ve sevgilim “aaa, tüh, vay adiler, ay hay Allah” gibi saçmalayarak henüz ısınmamış koltuklarımızı terk ettik. Bu arada film başladı, salon ful, kendimizi atacağımız bir tane boş koltuk yok. Biz de olduğumuz yere, merdivenlere çöküp sarmaş dolaş, kıçımız belimiz ağrıya ağrıya izledik filmi. Sonra aşkımızı, şansımızı, heyecanımızı, kıçımızın, belimizin ağrısını ruhu güzel Emek sinemasının tavanına astık.  Sonra orayı yıktılar…

Bonus 3 (Opsiyonel müzik içerir): Woody Allen müzikleri diye aranırken YouTube’da bunu buldum. Alakası yok gibi ama bedavadan birini keşfettim, müthiş. Buyrun: https://www.youtube.com/watch?v=uY1jSWy4Eck