Efenim şimdi adamımız İtalyan asıllı, 1942 yılında Queens’de doğmuş, Brooklyn’de büyümüş, has New York yerlisi, Scozzeze ailesine mensup büyük insanlık Martin Scorsese. Öyle fakir fukara bir sülale değil bunlar, aile Manhattan’da dükkancı. Her iki dedesi, anneannesi, babaannesi yekun Palermo’lu yani bizim Martin’in kütük Sicilya maşallah. Küçücük bir çocukken günlerini evden kaçıp mahalledeki sinemaya giderek, bazı günler arka arkaya birden fazla film izleyerek geçirirmiş. Ben küçücük bir çocukken Mersin’deydim, Mersin’de evden kaçmak yoktu, kaçsanız da gidecek sinema yoktu. Sinemada film izlemediği günlerde ise dedesinin aldığı televizyonda, o dönem (1950’ler) Amerika’da çok ilgi görmüş İtalyan klasiklerini anneannesiyle birlikte izleyerek hakkında üstün bilgiye sahip olduğu sinema sanatı üzerine ilk derslerine başlar. (1930’ların başlarında Amerika’da başlayan TV yayınının memleketimize gelebilmesi için Almanlar’ın 60’ların sonuna doğru renkli yayına geçiş yaptığı için çöpe atmak yerine siyah beyaz teknolojilerini bize satmaları gerekmekteydi.) Adamımız Martin büyüyünce bu çok hayranlık duyduğu sanatın üretici bir parçası olmaya karar verir ve YÖK’e bağlı olmayan NYU Film School’un puanını tutturarak üniversite eğitimine başlar. Üstüne sinema tarihi yüksek lisans da yaparak olayı büyütür. Bu süreç boyunca annesi “oğlum bi meslek seç onu oku sinemayı da hobi olarak yaparsın boş vaktinde” demez. Hatta bizim Martin kendi okulunda hocalık da yapacak, Spike Lee, Oliver Stone gibi gençleri eğitecektir. Özellikle Oliver Stone zibidisi senaryo okumayı, oyuncularla doğaçlama yapmayı, çekilenleri şiir gibi kurgulamayı ve kokainin dozunu 45 yıl aynı tutmayı Martin hocasına borçludur.
New
York’lu, okullu bir sinemacı adayı olarak yeni hayatına başlayan Martin,
kendiyle aynı yaşlarda hem okuldan hem New York’tan tanıdığı Francis, Woody, George ve Brian gibi meslektaş adayı kankalarıyla
takılır. Birbirleriyle fikirlerini paylaşıp duran bu abiler çok kısa sürede
memleketleri Amerika’dan başlayarak dünya sinemasını hunharca etkileyecek filmler
yapmaya başlar.
Martin
Scorsese’yi meslektaşlarından ayıran en büyük ve önemli özellik; sinema
sanatına yalnız birbirinden güzel eserler vermesi değil sanatın gelişimine
hizmet eden katkılar da sunmasıdır. Akademik yönü gelişmiş olan ve
teorik-pratik, anormal bir sinema bilgisine sahip olan Martin, mesleğinin
dışında sinema sanatına hayran, hadi aşık bir şahıs olarak bu sanatın tarihine
dair belgeseller de çekmiş, gözünü sevdiğim yazılı kültürüne kaya gibi tuğlalar
çakmıştır. A Personal Journey With Martin Scorsese Through American Movies gibi başta da bahsettiğimiz
çocukluk yıllarının filmlerini incelediği veya Il Mio Viaggio In Italia gibi anneannesinin eşliğinde izlediği
büyük İtalyan klasikleri hakkında çektiği belgesellerle hakkı ödenmez işler
yapmıştır. Arada ustam dediği, büyük hayranlık duyduğu hain yavşak Elia Kazan filmleri tarihçesi (A Letter To Elia) belgeseli de
çekmiştir (hiçbir filmine laf söylenmez ama Elia haindir, yavşaktır). Hazır
siftahı çektiği belgesellerden açmışken devam edelim. Kariyerine kurmaca film
yönetmeni olarak başlamış ve ağırlıklı olarak bu yoldan devam etmişse de gayet
iyi bir belgesel yönetmenidir. Her iyi belgeselci gibi geçmişi günümüze taşıyıp
tanıtmak ve/veya yaşadığı çağın kültürünü geleceğe bırakmak gibi bir misyonu
hakkıyla üstlenmiştir. Çekimleri sırasında kuliste kafayı çektikleri için kankası,
büyük Ahmet Ertegün’ün ölümüne sebep olduğu Rolling Stones filmi Shine A Light, Amerikan Masters serisi
için çektiği bir Amerikan Master’ı
olan kankası Bob Dylan filmi No Direction Home, bir başka kankası George Harrison’ın biyografisi Living In The Material World gibi
birbirinden güzel belgeseller örnek verilebilir. Hatta henüz çok acemiyken kamera
ve kurgu asistanı olarak efsane Woodstock
konserinin belgelenmesinde de görev yapar. Delirmiş gibi çalan Hendrix’i
kaydedenlerden biridir. (Not: Mick Jagger ve Keith Richards ölümsüzdür.)
![]() |
Abisi Cassavetes ile şakalaşırken. |
Tipik
bir okullu New York ekolu olan Martin başta saydığımız arkadaşı
meslektaşlarıyla Amerikan sinemasının akışını değiştiren* Boxcar Bertha, Mean Streets, Alice Doesn’t Live Here Anymore gibi bağımsız ama güçlü, yüksek sesli filmlerle kariyerine başlar.
Özellikle Mean Streets filmi büyük dikkat çeker. Bunda ilk kez birlikte çalıştığı
ve daha sonra tam yedi kez (şimdilik) daha çalışacağı ve belki de filmden daha
çok dikkat çeken Robert De Niro’nun
payı büyüktür. Sinema sektörüne ses teknisyeni olarak başlayıp oyuncu çıkan De
Niro’yu Martin’in en yakın arkadaşlarından biri olan Brian De Palma tavsiye etmiştir. De Palma, Bobby’le arka arkaya Greetings, The Wedding Party ve Hi, Mom
gibi harika filmler çekerek dünyanın en büyük keşfini yapan adamdır. Hay Allah
razı olsun.
Şiddet ağırlıklı içeriklere bayılan Martin bu özelliğiyle başta Tarantino gibi babaların abisi sayılır (Martin’in bayramlarda gidip elini öpmesi gereken abisi de Sam Peckinpah’dır da onu sonra konuşuruz.). Şiddete olan bu düşkünlüğü onu çekildiği dönem için bile aşırı bulunan (kanlı sahneler, çocuk fahişe, bol bol küfür…) muhteşem Taxi Driver filmine götürür. Bu filmle Cannes film festivalinde Altın Palmiye kazanarak De Niro ile birlikte starlık koltuğuna otururlar ve o koltuktan hiç kalkmazlar. Filmlerinde özgün müzik kullanmayı reddedip “dünyada zaten birbirinden güzel milyonlarca müzik varken neden yenisi yapılsın” gibi aptalca bir laf ederek Sex Pistols’dan Eric Clapton’a, Sinatra’dan Rolling Stones’a bir sürü pop-rock eserini sahnelerinde kullanır. Her New York’lu sanat adamı gibi gençliğinden beri jazz ve blues hayranı olan Martin, Taxi Driver filminin müzikleri için ise Citizen Kane, Psycho gibi efsane filmlerin de müziklerini yapan büyük usta Bernard Herrmann ile çalışarak istisna yapar. O kadar jazz ve blues düşkünüdür ki yönetmenleri arasında kendi dışında Clint Eastwood, Wim Wenders gibi devlerin olduğu, ortak yapımcı olarak da yer aldığı The Blues adlı belgesel diziyi üretir. (Yine mi belgesel?)
Şiddet ağırlıklı içeriklere bayılan Martin bu özelliğiyle başta Tarantino gibi babaların abisi sayılır (Martin’in bayramlarda gidip elini öpmesi gereken abisi de Sam Peckinpah’dır da onu sonra konuşuruz.). Şiddete olan bu düşkünlüğü onu çekildiği dönem için bile aşırı bulunan (kanlı sahneler, çocuk fahişe, bol bol küfür…) muhteşem Taxi Driver filmine götürür. Bu filmle Cannes film festivalinde Altın Palmiye kazanarak De Niro ile birlikte starlık koltuğuna otururlar ve o koltuktan hiç kalkmazlar. Filmlerinde özgün müzik kullanmayı reddedip “dünyada zaten birbirinden güzel milyonlarca müzik varken neden yenisi yapılsın” gibi aptalca bir laf ederek Sex Pistols’dan Eric Clapton’a, Sinatra’dan Rolling Stones’a bir sürü pop-rock eserini sahnelerinde kullanır. Her New York’lu sanat adamı gibi gençliğinden beri jazz ve blues hayranı olan Martin, Taxi Driver filminin müzikleri için ise Citizen Kane, Psycho gibi efsane filmlerin de müziklerini yapan büyük usta Bernard Herrmann ile çalışarak istisna yapar. O kadar jazz ve blues düşkünüdür ki yönetmenleri arasında kendi dışında Clint Eastwood, Wim Wenders gibi devlerin olduğu, ortak yapımcı olarak da yer aldığı The Blues adlı belgesel diziyi üretir. (Yine mi belgesel?)
![]() |
Ağzının içine sıkarım. |
![]() |
Doğma büyüme Bronxluyum, vatani görevimizi Vietnam'da er yaptık. |
![]() |
Yönetmen ve oyuncuları. |
Okul süresi boyunca öğrencilik filmleri sayesinde yapımcıların dikkatini çekerek hemen profesyonel kariyerine başlıyor. Benim öğrencilik filmlerim babamın bile ilgisini çekmemişti, neyse, 25 yaşına gelen Martin kendinden 3 (üç) yaş büyük hemşehrisi, tiyatrocu Harvey Keitel’ı yanına alarak sonunda (Keitel’in de) ilk uzun metraj filmini çekiyor: I Call First. NYU’dan hocası olan Ermeni asıllı Prof. Haig Manoogian (aynen aynen Manukyan) öyle hocadır ki Martin’in bu ilk filminin yapımcısı olur. Bu sebepledir ki ondan hiç kopmayan Martin, Haig hocanın vefat ettiği sene çektiği Raging Bull filmini bu büyük insana adamıştır. Kim bilir büyük dedemler memleketim Ermenileri’ne kibarca buradan gitmelerini rica etmeseydi benim de böyle bir hocam olabilir, filmime yapımcı olur, ben de filmi ona adardım, şeker de yiyebilirdim.
1.63
boyuyla bizim memlekette olsa hafta sonu eklerinde, talk showlarda cep
yönetmeni, minik dev, o bir duayen, abi seni çok seviyoruz, bir alkış almaz mıyız,
gibi şerbetlenecek olan bu sanatçı kişi her filminde biraz daha büyüyerek
enginlere sığmaz olup gerçekten devleşmiştir. İlk filmini 16 günde, ikincisini
22, üçüncüsünü 27 günde, küçücük ekiplerle yarı gerilla, minimum ışık ve dekor
desteğiyle çekmişken, şimdilerde her bir filmi multi milyon dolarlarla 9-10
ayda çekiliyor. Şimdiki imkanlara o zaman sahip olsaydı ilk filmleri nasıl
olurdu acaba?
Mean
Streets için kendisine De Niro’yu öneren De Palma’nın büyük kıyakları bununla
kalmaz. Taxi Driver’ın senaryosunu dostu Martin’e yine bizim Brian paslamıştır.
Arkadaşlar güzeldir. Bir başka arkadaşı Francis, projesini hazırladığı ama
sadece yapımcılığını yapmak istediği The Godfather 2 filmini yönetmesini ister ama diğer yapımcılar onaylamayınca o
iş yatar. Francis de ne yapsın yine işin başına geçer ve yine Oscarlar falan.
Zaten Francis zamanında Mean Streets’i çekebilsin diye Martin’e bütçe desteği
atarak arkadaşlığını gösteriyor, arkadaşlar güzeldir. New York’lu İtalyan asıllı
olmak daha güzeldir. Sinemada İtalyanlar’ı aşan henüz yok.
Cannes
Film Festivali’nden Taxi Driver ile Altın Palmiye, After Hours’la en iyi
yönetmen, Bob Dylan belgeseli No Direction Home ile Grammy, Venedik Film
Festivali’nden Goodfellas ile en iyi yönetmen dahil 3 ödül, The Age Of Innocence
ile özel ödül ve katkılarından dolayı sinemanın 100. yılı için verilen özel
Altın Aslan ödüllerini kazanır. Dünyanın hemen her festivalinden yüzlerce ödül
kazanmıştır. Abi yaz sonu gibi bizim burada Gazi Koşusu var Veliefendi’de gel
onu da kazan onu da sen al. Bu ödül alma işini kazanma sıklığı ve ödüllerin
verildiği coğrafya üzerinden düşünecek olursak akla şu soru geliyor:
Avustralya’dan İzlanda’ya her yerden ödül kazanan bu adam ödül almaktan ne ara
vakit bulup da o ödülü aldıran filmi çekiyor? Dert ettiğimiz bu sorunun cevabı
çok basit, çoğu ödülü almaya gitmiyor. Adama sen kimsin lan herife bak diyen
yok. Adamın işi gücü var, adam meşgul, hayatının en büyük kariyer hedefi Ayşe
Arman röportajı değil. Bunca büyük küçük ödülün arasında tam on iki (12) kez
bizzat şahsen aday olmasına karşılık dümenden de olsa bir (1) kez Oscar
kazanmıştır. Letters From Iwo Jima
ile Amerikan salyası akıtan Clint Eastwood’a ayıp olsa da (bence) asıl ayıp bir
sinema şaheseri olan Babel ile Inarritu’ya yapılmıştır. (Artık nasıl
bir ayıpsa telafi etmek için iki yıl üst üste adama Oscar verdiler. Güzel
tazminat.) Sen o kadar birbirinden orijinal, birbirinden güzel film çek, git
Hong Kong uyarlaması bir filmle Oscar al, Özcan Deniz misin mübarek?
Oscar’ın
bir hayrını görmese de eşe dosta güzel Oscar’lar kazandırmıştır. Mesela Ellen Burstyn, Alice Doesn’t Live Here
Anymore ile bir önceki sene The Exorcist’deki
muhteşem oyunculuğuyla kaçırdığı en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanmıştır.
Yapımcılar Ellen’a seninle güçlü kadının ayakta kalma hikayesine dair bir film
yapmak istiyoruz, yönetmen seç diyorlar. O da De Palma diyor (lan yine mi
sen?). De Palma, Coppola çeksin diyor (lan sen de mi buradasın?). Coppola da
Scorsese diyor (hah geldi.). Yapımcılar az daha sabretse böyle böyle Zeki
Demirkubuz’a kadar gelirmiş. Neyse ki Martin tamam diyor, konu kapanıyor.
Dostoyevski ölüyor. İzlediğim en iyi ana konusu tek başına kadın olan bu filmi
çekiyor bizimki. Thelma and Louise
gibi köpüklü, şımarık cilası da yok üstelik, tertemiz film.
Geliyoruz
Cannes’da Altın Palmiye alarak Martin’i şampiyonlar ligi çeyrek finaline 4
Oscar adaylığı ile taşıyan Taxi Driver’a. Onlarca Hitchcock filmi bestelemiş,
son işi bu film olan müzisyen Bernard Herrmann, The Godfather 2 ile coşmuş
Robert De Niro, genç delikanlı Jodie Foster ve en iyi film adaylıklarından hepsi eli boş dönüyor. En iyi film
Oscar’ını Rocky’e kaptırmanın acısı büyük olmalı ki 4 sene sonra boks filmi
öyle çekilmez böyle çekilir deyip, De Niro’yu pasta börekle göbekleyip,
kamerayı ringin içine sokup başyapıt Raging Bull’u, hem de siyah beyaz çekiyor
ve bu filmle De Niro Oscar’ı ikinci kez alıyor. En iyi yönetmen ve en iyi film
yine kaçıyor.
Taxi
Driver demişken efsane, ayna karşısında geçen sahneyi tek başına De Niro’ya
borçlu olduğumuzu da söyleyelim. Sahne senaryoda “Travis aynaya bakmaktadır”
diye geçiyor, gerisi Robert’ın doğaçlaması ve tarih. Bakınız iyi senaryoyu doğru
oyuncuya doğru aktarırsanız o oyuncu kattıklarıyla filminizi, burada olduğu
gibi tek sahneyle efsane boyutuna ulaştırır. O sıralar, anlaştıkları halde hala
Bertolucci’nin epik 1900 filminde çalıştığı için İtalya’da
olan De Niro’nun işinin bitmesini tam bir buçuk yıl bekleyen Martin hoca bu
sabrın karşılığını da fazlasıyla alıyor, bu da iyi yönetmen olmaya dahil.
Bekliyor dediysek boş boş oturup yapmıyor bunu işte gidip Alice Doesn’t Live
Here Anymore filmini çekiyor. Şimdi bu adam memleketimden bir yönetmen olsaydı
küsmüş, De Niro’ya sövmüş, hala mal mal röportajlar veriyor, 40 yıl sonra sağda
solda sövmeye devam ediyordu. Az laf çok iş hocam, bak.
Raging
Bull’a kadar geldik ama arada yine Robert De Niro’lu müzikal yani manasız,
gereksiz bir film olan New York New York’u
o zamanki manitası Liza Minnelli ile
çeker. Olsun hepimiz insanız. Bu tipsiz filmin setinde De Niro elinde Raging
Bull diye bir kitapla dolaşıyor. New York New York’un başarısızlığı ile
Martin’in kokain bağımlılığı artıyor. Ölmek isteyen Martin’i hastanede ziyaret
eden Robert ve yapımcı Irwin Winkler işte o kitabı filme çekmeye ikna ederek
babanın hayatını kurtarıyorlar, Allah razı olsun. Raging Bull’da daha önce
sadece bir (1) filmde oynamış Joe Pesci’yi
De Niro’nun ırz düşmanı kardeşi rolünde görüyoruz. Ayrıca her ne kadar
jenerikte adı yazmasa da Turturroların John’u ilk kez bu filmle kamera
karşısında görüyoruz. Robert gibi Joe da Martin’in sıkı dostları arasında
yerini alır ve en sıkı dost Harvey Keitel unutulur. Bak bir hata daha. Robert
ve Joe ile arka arkaya filmler çekerken Harvey’la bir daha çalışmaz (şaka şaka
daha Judas yapacak onu).. Hani şu kankası Coppola’nın bir ay çektikten sonra
Apocalypse Now’ın setinden kovduğu, ortak tanıdıkları aracılığı ile senaryosunu
okuyup bayıldığı ve çekilmesi için kendini yırttığı Reservoir Dogs filminde Mr. White’ı oynayıp Quentin’e kariyer
desteğinin en büyüğünü veren Harvey Keitel. Sen kaybedersin Martin, Harvey
alayından iyi oyuncudur. (bknz. Ulysses’ Gaze) (Hadi bunu da benden duyun, ilk kez bu yazıda açıklanıyor, toplaşın:
Yakın zamanda Martin baba The Irishman adıyla yeni bir filme başlayacak. Yine
bir çete, suç filmi olacak yapımda yönetmen Scorsese, sıkı durun, De Niro, Joe
Pesci gibi ekürilerin yanına eski dost Harvey ve ilk kez çalışacağı Al Pacino’yu ekleyerek ayarı kaçırmıştır. Nasıl ama?)
![]() |
Filmler asla yaşlanmaz. |
Hoca
devam ediyor ve yine Robert De Niro’lu, bu sefer yanına efsane Jerry Lewis’i eşlediği The King Of Comedy adlı, kendisinin de
dahil olduğu şov dünyasını kara mizahla hicvettiği vasat ama orijinal filmi
çekerek 80’lere dalış yapıyor. Saçları mohikan yapmış, saksafon çalmayı
öğrenmiş, kilo alıp vermiş Robert De Niro’nun bu filmde aklına fazla bir şey
gelmemiş olacak ki sadece bıyık bırakarak metodunu uygulamış.
Bu
filmin üstünde kendimizi yormayalım gelelim bir sonraki film olan After Hours’a. Griffin Dunne’un (nerdeyse) tek başına oynadığı ve Cannes Film
Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü alan bu film, başı belaya giren bir adamın
kısıtlı süre içinde zamana karşı yarışarak kendini kurtarma çabasıyla sabahı
etmesini anlatıyor. Dönemin en güzel ve hızlı açılış sahnelerinden birini bu
filmde görebilirsiniz, görün. En iyi yönetmen ödülünü icabında Amerikan’ın da
küçük bir dünyası olduğunu gösterdiği için aldı herhalde, sonuçta en iyi
yönetmen en iyi kandıran değil midir?
Efsane
boyutunda olmadığı ve yolumuz uzun olduğu için bu filmi de geçip sıradaki film
olan The Color Of Money’e geliyoruz.
Dünyanın en güzel abilerinden Paul Newman’ın ta 1961 senesinde oynadığı The Hustler filmindeki efsanevi bilardocu Fast Eddie Felson karakteri 1986
yılında bu filmle tekrar karşımıza çıkıyor ve güzel Paul o zaman aday olup da
alamadığı en iyi erkek oyuncu Oscar’ını 25 yıl sonra aynı karakteri oynayarak
alıyor. Yanına da güzellikte Paul abisinden aşağı kalmayan Tom Cruise’u koyan Martin reyiz, eğlencesi yüksek, izlemesi zevkli
bir başka film daha ekiyor Hollywood ormanlarına. Tom Cruise ise starlığa
yükseldiği Top Gun ile aynı sene oynadığı bu filmle prestijini cilalayarak Rain Man’a doğru yola çıkıyor. Güzel
yolculuk.
Mesleğinde durmak bilmeyen Martin Scorsese kokain ve film çekmeye devam ediyor. Sıradaki proje olarak, okuyup hayran kaldığı Nikos Kazancakis romanından uyarlama, kitapla aynı adı taşıyan The Last Temptation Of Christ filmini çekmeye niyetleniyor. Koskoca Hollywood ormanlarında kimse bu filmi yapmak istemez. Bir tek Universal Pictures yapacağını söyler, o da şirketin maaşlı vampirlerinin Martin’e bir sonraki filmini kendileri için piyasa işi çekmesi şartını koşmasıyla. Kanı bol Martin tamam diyor. Filmi çekiyor, sözleşme şartına karşılık da bir yeniden çevrim olan De Niro’lu temposuz, dengesiz, çiğ, zevksiz Cape Fear filmini çekiyor. Amma da piyasa işi, izleyen olmadı filmi. Çok çalışkan Martin’imiz bu iki film arasında başka bir şirkete (Warner Bros.), bence başyapıtı olan, üstüne zor çıkılır, yine De Niro’lu ama Ray Liotta’nın De Niro’yu aştığı (başka da başarısı yok malın) hatta herkesin herkesi, her şeyin her şeyi aştığı muhteşem, lan çok güzel GoodFellas filmini çekiyor. Bu arada Scorsese de olsan (her kim olursan ol) projeni kabul ettirebilmek için kapı kapı dolaşıp kahrolabiliyorsun. Biz bu imansız Amerikanlar’a tam da bu yüzden adamlar işi biliyor diyoruz. Bizdeki gibi yalakalık, biatçılık yok. İki tane idare eder film yaptı diye adamı kral, üstat, duayen ilan edip on tane birbirinden rezil film yapmasını sağlamıyorlar. Projen kötüyse değil Schmeichel, Scorsese olsan dinlemezler.
Mesleğinde durmak bilmeyen Martin Scorsese kokain ve film çekmeye devam ediyor. Sıradaki proje olarak, okuyup hayran kaldığı Nikos Kazancakis romanından uyarlama, kitapla aynı adı taşıyan The Last Temptation Of Christ filmini çekmeye niyetleniyor. Koskoca Hollywood ormanlarında kimse bu filmi yapmak istemez. Bir tek Universal Pictures yapacağını söyler, o da şirketin maaşlı vampirlerinin Martin’e bir sonraki filmini kendileri için piyasa işi çekmesi şartını koşmasıyla. Kanı bol Martin tamam diyor. Filmi çekiyor, sözleşme şartına karşılık da bir yeniden çevrim olan De Niro’lu temposuz, dengesiz, çiğ, zevksiz Cape Fear filmini çekiyor. Amma da piyasa işi, izleyen olmadı filmi. Çok çalışkan Martin’imiz bu iki film arasında başka bir şirkete (Warner Bros.), bence başyapıtı olan, üstüne zor çıkılır, yine De Niro’lu ama Ray Liotta’nın De Niro’yu aştığı (başka da başarısı yok malın) hatta herkesin herkesi, her şeyin her şeyi aştığı muhteşem, lan çok güzel GoodFellas filmini çekiyor. Bu arada Scorsese de olsan (her kim olursan ol) projeni kabul ettirebilmek için kapı kapı dolaşıp kahrolabiliyorsun. Biz bu imansız Amerikanlar’a tam da bu yüzden adamlar işi biliyor diyoruz. Bizdeki gibi yalakalık, biatçılık yok. İki tane idare eder film yaptı diye adamı kral, üstat, duayen ilan edip on tane birbirinden rezil film yapmasını sağlamıyorlar. Projen kötüyse değil Schmeichel, Scorsese olsan dinlemezler.
The
Last Temptation Of Christ, kabaca özetlersek Hz. İsa’nın peygamber olduktan
sonra öldürülene kadar olan hayat hikayesini anlatıyor. İsa rolünde ne
yaptığını bilmeyen bir Willem Dafoe, Judas rolünde her zaman ne yaptığını bilen
Harvey Keitel’i o saçlarla, o kostümlerle görmek filmi izlemenize engel olsa da
yer yer sert ve çarpıcı bir film. Bu özelliklerinden dolayı film bazı ülkelerde
yasaklanır. Bilin bakalım o ülkelerden biri hangi cumhuriyet? İçinde tek bir
küfür dahi geçmeyen bu film, Martin’in 500 küsür kez “fuck” denen filmiyle** aynı notu; Amerikan sinemasının en ağır notu olan R notunu alır. Notu veren de
faşist deliği MPAA (The Motion Picture Association Of America – Amerikan Sinema
Filmleri Derneği***, kuruluş 1922, bizim Cumhuriyet’ten önce). Bu film yüzünden bir çok kişiden ve radikal
gruplardan ölüm tehditleri alan Scorsese, bir süre korumalarla yaşamak zorunda
kalmış. E sonra bu abiler “tamam ya Allah’ından bulsun” deyip sakinleşmiş,
unutmuş mu, ne olmuş? İlk 3 gün çok kızdık sonra geçti mi demişler? Neden hala
tehdit etmiyorlar film orda duruyor?
![]() |
Bu bir moda değildir. |
![]() |
"Bir adam düşünün, işte o adam benim." Al Pacino |
Scorsese’nin,
neden çektiğini kendisinin de anlamadığı, 19.yy. kostüm ve peruk filmi olan,
Danie Day-Lewis’in Michelle Pfeiffer’la nişanlı olduğu ama Winona Ryder’a aşık
olduğu (tam tersi miydi?) The Age Of Innocence filmiyle ilgili söyleyeceklerim bu kadar.
Tam
da yeni film arayışına girdiği sırada bir başka yakın dostu Steven Spielberg, Billy Wilder, Roman Polanski
gibi devlerin yanında Martin’e de Schindler’s List adlı filmi yönetmesi için teklif götürür. Martin ise Seteven’a oğlum
otur kendin çek işin ne diyerek dünyanın en güzel hareketlerinden birini
yapmıştır. Koca projeyi reddeden Martin yeni film olarak Casino’yu seçer. Allahım esaret gibi yine Robert De Niro, kısa bir
ara vermiş olsalar da yine Joe Pesci ve kariyerinin en altın ve çıplak dönemini
geçiren Sharon Stone’lu kadrosu ile bir Las Vegas türküsü olan film, Scorsese
paletine yeni renkler katmaz ama eldeki renkler her zaman ki gibi çok güzeldir.
Sharon Stone bu filmle, şimdilik, ilk ve tek Oscar adaylığını alarak
popülaritesine popülarite katıyor ve bu sayede zamanı gelince Kurtlar
Vadisi’nden rol kapıyor. İşte size bir başarı öyküsü. Casino, Scorsese/De Niro
limitedin (şimdilik) 8. ve son filmi. “Di Caprio varken bu saatten sonra kim
öper De Niro’yu.” M. Scorsese, Staten Island, NY, 2002.
![]() |
Yönetmen ve oyuncuları. |
Sinema
işi öyle yalan dolan bir iş ki, mesela Scorsese, koskoca Dalai Lama’nın
hayatını anlatmak için Kundun gibi bir
filmi Çin izin vermediği için Tibet’te çekemiyor, gidip Fas’ta çekiyor. Ne
olacak canım ha Tibet ha Fas, aynı. Hani şu Tatooine gezegeni sandığınız Fas. Martin,
işte bu gidip yerinde çekemediği film yüzünden Çin hükümetiyle gerginlik
yaşayıp Tibet’e ömür boyu girmesi yasaklanan 50 kişiden biri oluyor. Geçmiş
olsun.
(Burada
Nicholas Cage’li uyku ilacı gibi bir film olan Bringing Out The Dead adlı Taxi
Driver çakması filmi atladık. Onu da atlayalım ya öf.)
Artık
2000’li yıllara taşınan ve Di Caprio
ile tanışan Martin, Amerika’nın şimdiki halinin ilk adımlarının atıldığı vahşi
New York sokaklarını anlatmaya çalıştığı cıvık, yavşak Gangs Of New York filmini çekiyor. Her filminde abartıp durduğumuz
Daniel Day-Lewis’i bu filmde abartmasak da olur yoksa başımın üstünde yeri var.
Güzelce bir Cameron Diaz ile de Hollywood sarısı katılan film 10 (on) dalda
Oscar’a aday olur ve hiçbirini alamaz. Ouch.
![]() |
Yönetmen ve oyuncusu. |
Martin
başkan bu film için İtalya’nın efsane Cine Citta stüdyolarında 19.yy. New
York’unu inşa ettiriyor. Spielberg gibi boş adam olan kankası George Lucas bir gün bu sete ziyarete
gelip de devasa dekorları görünce arkadaşı Martin’e “Artık bu setleri
bilgisayarda yapıyorlar abi.” diyor. Bunu duyan Martin altta kalmıyor ve “Dünya
5’ten büyüktür George”, diyor. George şok.
Bugüne
kadar De Niro ile 8, Di Caprio ile 5 film çeken 3 evlat babası Martin Scorsese
8 adet en iyi yönetmen Oscar adaylığı ile bu mevzudaki rekoru elinde tutuyor. Yönetmen
olarak kendisiyle özdeşleştirilen sinematografik özelliklerin hiçbirini kendi
bulmuş ya da geliştirmiş değildir fakat çok iyi bir uygulayıcıdır. Bu sebepten
ötürü ölümlüdür. O sinematografik özellikleri (yavaşlatılmış görüntü, donan
kare, anlatıcı dış ses, zamansal atlamalar, müzik kullanımı vs.) en iyi
kullananlardan biri olduğu ve iyi sinema bilmekten sebep bol bol gönderme
yapmak, selam çakmak gibi güzel huyları olduğu için de ölümsüzdür. Arada ufak
ufak keyfine göre oyunculuk da yapan, yüksek enerjili, komik, aşırı zeki,
çalışkan, ahlaklı mı bilmem ama çok yetenekli bir adam Martin Scorsese. Akira Kurosawa’nın Dreams filminde Van Gogh’u canlandırıyor. Bertrand Tavernier’nin ‘Round Midnight filminde (gerçek
hayatta olduğu gibi) jazz aşığı klüp sever bir adamı ve R. Redford’un Quiz Show filminde TV dünyasının
şikeleri içinde yaşayan bir başka adamı oynuyor. Biri Japon, biri Fransız, biri
kendi gibi Amerikan olan bu yönetmenlerin hepsi yakın arkadaşıdır. Şimdi böyle
bir adam sanatsal ve vizyonel olarak beslenmesin de ben mi besleneyim? Tabii ki
ben besleneyim. Böyle arkadaşlıkları, aralarındaki güçlü ve değerli iletişimi
kıskanmamak mümkün değil. Son olarak (şimdilik) bir çok projesinde sanat ekibi içinde çalıştıktan sonra yönetmen
olan, GoodFellas’da tonton teyzeyi oynayan annesinin adını verdiği kızı Cathy
Scorsese’nin çektiği Campus Code adlı
orta halli gençlik filminde oynuyor. Oh ne güzel.
Bakın bu çok yakın arkadaş olan aynı kuşağın yönetmenleri yaptıklarıyla CIA’den bile tehlikelidir. Spielberg ve Lucas masal masal içinde filmlerle Amerikan’ı ve diğer dünyalıları pış pış uyuturken Coppola, The Godfather ile, De Palma, The Untouchables ve Scarface ile, ahan bu Martin de Mean Streets, GoodFellas ve Casino ile Amerikan’ın kötüsünü bile peygamberleştirerek saygın konuma oturttu. Kötüsü diyoruz yani hırsızı, katili, tecavüzcüsü, psikopatı, işkencecisi, kokain toptancısı falan. Hangimiz Tony Montana’ya özenmedik söyleyin. Hangimiz “abi adam yanlış yapıyor, olmaz ki canım onun da yolu yol değil” dedik, hepsi birer kahraman, ideal model olarak satıldı bize.
Bakın bu çok yakın arkadaş olan aynı kuşağın yönetmenleri yaptıklarıyla CIA’den bile tehlikelidir. Spielberg ve Lucas masal masal içinde filmlerle Amerikan’ı ve diğer dünyalıları pış pış uyuturken Coppola, The Godfather ile, De Palma, The Untouchables ve Scarface ile, ahan bu Martin de Mean Streets, GoodFellas ve Casino ile Amerikan’ın kötüsünü bile peygamberleştirerek saygın konuma oturttu. Kötüsü diyoruz yani hırsızı, katili, tecavüzcüsü, psikopatı, işkencecisi, kokain toptancısı falan. Hangimiz Tony Montana’ya özenmedik söyleyin. Hangimiz “abi adam yanlış yapıyor, olmaz ki canım onun da yolu yol değil” dedik, hepsi birer kahraman, ideal model olarak satıldı bize.
2004
senesine gelince yeni gözdesi Di Caprio ile The Aviator filmini çekiyor. Film 11 dalda Oscar’a aday oluyor, 5
dalda bu ödülü alıyor, Martin’e yok. Film, bir sinema mitolojisi kahramanı olan
ve aynı zamanda uçma (her anlamda) tutkunu olan büyük yapımcı/yönetmen/pilot/iş
adamı/petrol kralı Howard Hughes’un acılarla ve sterilizasyonla geçen hayat
öyküsünü anlatıyor. Arkadaşı George’a birkaç sene önce artistlik yapan Martin, bu
filmde alabildiğine dijital efekt ve tasarım kullanarak, aslında eşini dostunu
dinleyen ve ilerleyen yaşına rağmen son gelişmelerin hepsine yetişebilen bir
adam olduğunu gösteriyor.
Nihayet
ölmeden önce almanız gereken 4 Oscar’dan biri olan en iyi yönetmen ödülünü
kazandıracak olan The Departed filmine
geldik. Yukarıda da dediğimiz gibi sen adamı Akademi kapılarında süründür
süründür gel Hong Kong uyarlamasına en iyi filmle beraber en iyi yönetmen
Oscar’ını sıkıştır, şak şak tamam. Neyse efendim biz yine Roberet De Niro ile
bir film beklerken tokadı Jack Nicholson’la
koydu Martin Kocaman. Şaka şaka, De Niro The Good Shepherd filmini yönetip başrolü oynamak için gelen teklifi reddetmek
zorunda kalmıştır. Di Caprio da The Departed’da oynayabilmek için The Good
Shephard’ı reddetmiştir. Matt Damon
her ikisinde de oynayarak konuyu kapatmıştır.
Yine
bir ağır abiler toplu geçidi olan bu film için Martin dayı türlü çeşitli
gangsterle görüşmüş, oturup kalkmıştır. Adamın hayatı bunlarla geçiyor. Son
zamanlardaki röportajlarından birinde “Gangsterlerle polislerle anlaştığımdan
daha iyi anlaşıyorum, polisler her an beni alıp götüreceklermiş gibi
durduklarından bana çok tehlikeli geliyorlar.” demiştir. ACABa ne demek istemiştir?
![]() |
Biz çekerken çok eğlendik. |
![]() |
Yönetmen ve oyuncusu. |
“Hollywood
yönetmeni değilim Hollywood’a rağmen yönetmenim.” (yalana bak) ve “Sinema
resmin içinde neyin olduğu ve olmadığı meselesidir.” (Bu laf Antonioni’nin
değil mi doğru söyle Martin?) gibi aforizmalar sıkan yönetmen hiç durmayan, çok
çalışkan, çok üretken bir sanatçıdır. Sürekli proje üretip bir kenara koyuyor,
yakın zamanda yapımcılığını üstlendiği Boardwalk Empire ve Vinyl gibi dizler
hep bunun fikirleri. B. Dylan, R. Stones ve G. Harrison gibi müzik belgeselleri
bizimkini kesmemiş olacak ki şimdilerde yine yakın arkadaşı olan Eric Clapton
ile ilgili bir belgesele hazırlanıyor.
Bunca geniş menzilli üretim içinde ispitçi Elia Kazan belgeseli bile
çeken Martin eğer eşek değilse bir Ahmet Ertegün belgeseli de çeker.
Eşe
dosta Oscar aldıran filmler çektikten sonra artık kendi de Oscar’lı bir kişilik
olan Martin, yanına yine Di Caprio’yu alarak psikolojik gerilim filmi Shutter Island’ı çeker. Arka arkaya yüksek bütçeli, iddialı iddialı
filmler çeken yönetmen bu filmle Oscar sonrası sakin takılmaya karar vermiş olmalı.
Film Amerikan paranoyasının en yüksek olduğu 1950’lerde geçen, paranoyak bir
adamın acı gerçeklerden kaçma çırpınışlarını anlatır.
Şimdi
sırada yine bir Scorsese başyapıtı, yine 11 dalda, 5’ini almak üzere, Oscar
adaylığı olan bir başka film var: Hugo.
Abi koptu bir kere şampiyonluk istiyor. Akademi durur mu yavaş diyor ve
yönetmenliği vermiyor, yeter diyor, sus diyor.
Filmin
açılışındaki şehir genelden tren istasyonuna uzanan uzun planın tamamlanması
tam 1 (bir) yıl sürüyor. Film gelmiş geçmiş en iyi animasyon kullanımlarından
bazılarına sahip. Ben demiyorum James Cameron diyor. Ben de diyorum evet de onun demesiyle benim demem bir mi?
Bir (1). Asıl mesele adamın bu yeniliği, böylesi bir teknolojiyi 70 (yetmiş)
yaşında uygulayabiliyor ve türün en iyi örneklerinden birini yönetebiliyor olması.
Ne diyeyim bravo. Siz de hala berhudar olun. Yer yer masalsı gerçeküstücülükle
flört eden film aynı zamanda sinema sanatının ilk dönemlerine bir saygı duruşu
niteliği de taşıyor. Bu da bir başka sevgi filmi işte.
Gelelim
şimdilik son filmi olan The Wolf Of Wall Street’e. Film 5 Oscar adaylığı içinden hiçbirini alamamış, hadi Martin’i
geç baş rolün yanında yapımcı olarak da aday olan Leonardo’ya ayıp olmuştur. Akademili
abiler, nasılsa ilerde biz bu Leo’ya bir Oscar vereceğiz acele ettirmeyin
insanı deyip, ulan bu zencileri geberttik bari filmini ödüllendirelim düşüncesiyle
en iyi filmi 12 Years A Slave’e
verdiler. Hem daha Gravity vardı,
çok daha yaratıcı, çok daha sinema. En iyi erkek oyuncuyu ise bu filmde 3
dakika görünüp 184 dakika görünen Leo’dan daha iyi oynadıktan sonra gidip Dallas Buyers Club’da oynayan Matthew McConaughey kapıyor. Helal.
Film
Amerikan’ın yakın tarihinin milyonlarca adilik örneğinden birini hikaye ediyor.
Adamlarda bitmeyen bir tür. Yok borsayı dolandırmış da yok 3’e almış 100’e
satmış da, o manita bu manita derken narkotikti, vergicilerdi kaçmış kovalamış
da falan filan. Lan siz Galata Kulesi’ni, Dolmabahçe saat kulesini, şehir
hatları vapurlarını satmış, Galata Köprüsü’nü satarken yakalanmış Sülün Osman’ı
tanıyor musunuz? Wolfmuş da Wall Streetmiş peh.
Babanın
yaş geldi 75’e hala tezgahta kamyon yüküyle iş var. Bunlardan yakında görecek
olduğumuz; çekimlerini bitirdiği, son işlemleriyle uğraştığı Silence filmi.
Film, Hristiyanlık propagandasında kaybolup misyonerliğe Japonya’ya giden, Liam Neeson’ın canlandırdığı bir 17. yy. rahibini anlatıyor.
Ayrıca
çok uzun zamandır üzerinde çalışıyor olduğu Sinatra filmi de merakla
beklediklerimiz arasında. Yakın zamanda görürüz. Gençliğini Di Caprio,
yaşlılığını De Niro oynasın bu sulh sağlansın.
Martin
Scorsese’nin duracağı yok, bu çalışkanlığı ve çok çeşitli üretkenliği ile hepimize
örnek olması dileklerimle.. Babayı seviyor ve sayıyoruz, berhudar olsun.
![]() |
Spielberg, Scorsese, De Palma, Lucas ve Coppola. Bakırköy Spor Kulübü Tesisleri Ataköy 5. Kısım, 29 Ekim 1995 |
* http://chinobili.blogspot.com.tr/2015/05/amerikanruyas-amerikann-gordugu-ruyadr.html
Bonus
1: Yönetmeni Martin Scorsese olan bu klibin uzun versiyonunu sizlere sunuyorum. Şaştınız bakıyorum. (Wesley Snipes mı lan o?)
http://www.dailymotion.com/video/xvdho_bad-long-version_music?GK_FACEBOOK_OG_HTML5=1
http://www.dailymotion.com/video/xvdho_bad-long-version_music?GK_FACEBOOK_OG_HTML5=1
Bonus
2: Oyuncunun anlatımıyla:
https://www.youtube.com/watch?v=VkorEW_eIXg
Bonus 3: Bu filmde büyük marka başta küçük marka sonda yazıyor.
https://www.youtube.com/watch?v=rJW7Y5lUihM
https://www.youtube.com/watch?v=VkorEW_eIXg
Bonus 3: Bu filmde büyük marka başta küçük marka sonda yazıyor.
https://www.youtube.com/watch?v=rJW7Y5lUihM
**Bonus 5: Bir sinema filminde gelmiş geçmiş en çok “Fuck!” (Lanet olsun!) sözcüğü
kullanımı rekoru 569 adet ile The Wolf Of Wall Street’e aittir. Casino 4.
sıradadır. Babanın ağzı bozuktur, yaşlandıkça daha da bozulmuştur.
Bonus
6: Taxi Driver filminde Travis flört ettiği kızı ilk buluşmada porno filme götürür. Bu çok bilinen sahne ile ilgili bir yanlışı burada düzeltiyoruz. Film porno değildir; İveçli bilim adamlarının cinsellik üzerine klinik
araştırmalar yaptığı belgesel bir filmdir. Konuludur. İsveç’de Bergman’dan
başkaları da film çekmektedir.
https://www.youtube.com/watch?v=mDKaiXRE9cw
https://www.youtube.com/watch?v=mDKaiXRE9cw
Bonus
7: Dikkat birkaç milyar dolar, 10 Oscar ödülü, 40 Oscar
adaylığı ve Amerikan sinemasının bir kısmını (iyi kısmı) içerir.
https://www.youtube.com/watch?v=YbbzaS8rcak
https://www.youtube.com/watch?v=YbbzaS8rcak
Bonus
8: Punkın en güzel tarafı kontrolden çıkmasıdır. İşte şöyle bir şey:
https://www.youtube.com/watch?v=AQKS4_Y7QCI
***Bonus 9: MPAA logosu bakın, tanıdınız mı bu küçük şekerliği?
https://www.youtube.com/watch?v=AQKS4_Y7QCI
***Bonus 9: MPAA logosu bakın, tanıdınız mı bu küçük şekerliği?
![]() |
"Gel seni Martin hocayla tanıştırayım belki çalışırsınız." |